Bedîüzzamân’ın Ermeniler ile İlgili Tespitleri

BEDİÜZZAMAN’IN ERMENİLER İLE İLGİLİ TESPİTLERİ

1878’de dünyaya gelen Bediüzzaman, târihî olarak Osmanlı Devleti için çok hızlı hadiselerin yaşandığı bir döneme şahitlik eder. Değişik zamanlarda kısa süreli de olsa bazı müderris ve âlimlerden ders alırken şahsî okumalarıyla da kendini tekâmül ettirir. Seyahatleri sırasında yaşadığı bölgenin problemlerini yakından müşâhede eder ve inceler. Yaşanan ve şahit olunan problemlere karşı kayıtsız kalamaz ve aktif bir şekilde çözüm bulmaya çalışır. O dönemde en büyük problem olarak gördüğü cehalet, zaruret ve husumetin önüne geçmek için mücadele verir. Bölgede huzurun sağlanması ve bölgenin gelişmesi ancak bu üç hastalığın halledilmesiyle mümkün olduğunu söyler. Ermenilerle bölge halkı arasında meydana gelen târîhî gerilimin kaynağını da bu üç ana hastalıkta olduğunu ifade ederek: “Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.”[1] tespitini yapar.

“ERMENİLERLE NASIL DOSTLUK ÜZERİNDE İTTİFAK EDECEĞİZ?”

Birinci Cihan Harbi’nden evvel, 1910 yıllarında, Kürd aşiretleri arasında seyahate çıkan Bediüzzaman, yaptığı sohbetlerde kin ve düşmanlığın zararlarından bahsederek Kürdlere, dindaşları olmadığı halde, Âdem-Nuh zamanından beri komşuları olan Ermenilerle ilişkilerinde yeni bir sayfa açmalarını söyler; söz konusu dönemde cehalet ve istibdatın bir sonucu olarak kavgalı duruma düşen iki halka barış, dostluk ve ittifak temelinde ortak bir hayat sürdürmelerinin gerekliliğini hatırlatır. Böylece Bediüzzaman, 1910 senesi yaz aylarında doğu vilayetlerini ziyaret ettiği zaman, kendisine sorulan çok çeşitli sorular içinde Ermeniler ile ilgili sorulan soruları da net olarak cevaplamıştır. Yeni meşrûtî sistemde Ermenilere birçok haklar verildiği, hürriyetlerinin sağlandığı, askere alınacak olmaları ve idareci seçilmeleri gibi birçok soru zihinleri meşgul eder. Bediüzzaman ise kullandığı metod ile her türlü soruyu usulünce sorabilecekleri cesaretini bölge insanlarına sağlamıştır. Böylece Ermeniler ile ilgili sorular da peş peşe gelmeye başlar. “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?” sualine Bediüzzaman “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdadın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır. Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür; Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin, olabilir, yalnız size husûmetin bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husûmet zarardır. Hâlbuki Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden, bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil. Belki küçük bir kavmin mahvı dahi ‘Dikenli bir dalı elle soymak’tır. “Ömer Dilân” kabilesi bin senedir yine Ömer Dilân’dır. Hem de onlar uyanmışlar siz uykudasınız. Rüyâ görüyorsunuz. Hem de fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler, siz ihtilâfla şimdilik boşsunuz. Hem de galebe etmek istiyorsanız; onlar, sizi mağlûb ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyet ile, meyl-i terakki ile, temâyül-ü adalet ile mağlûb edebilirsiniz. Bence şimdi kılınç vuran, o kılıncın aksi döner yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılınç ile değildir. Kılınç olmalı, lâkin aklın elinde… Hem de dostluğun sebebi vardır, zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar. Dünyaya yayıldılar. Terakkiyat tohumlarını topladılar. Vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.”[2]şeklinde bu zamana kadar hiçbir İslâm âliminin söylemeye cesaret edemediği netlikte cevaplar vermiştir. Bediüzzaman, soru soran muhataplarına; “Hem de kabahat bizde… Biz imtisal etmedik… Adalet-i şeriatı gösteremedik… Onların hürriyeti onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır… Hem de onlar uyanmışlar. Siz uykudasınız, rüya görüyorsunuz. Size bunu kat’iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir.” sözleriyle kendilerini hatalarıyla yüzleşmeye ve sorgulamaya çekmelerini söylüyor.

GAYR-I MÜSLİMLERE VERİLEN HAKLAR

Şark seyahatleri sırasında Bediüzzaman’a sorulan sorular halkın kafasının birçok konuda karışık olduğunu gösterir. Aşiret mensupları, gayri Müslimler ve onlara tanınan yeni haklar hakkında birçok soru sorulur. Aşiret mensupları, meşrûtiyetle birlikte gayr-i Müslim unsurlara tanınan özgürlüklere de itiraz ederler. Bediüzzaman, İslâm’ın bizatihi bu özgürlüklere izin verdiğini belirterek onlara şöyle cevap verir:“Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir, bundan fazlası sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.”[3] Ardından, başka devletlerin sınırları içinde Müslümanların yaşadığını ve onların hak ve özgürlükleri olduğu gibi Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin de hak ve özgürlükleri olması gerektiğini ifade eder. “Farz ediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun. Lâkin yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayrimüslimler dahi on milyon yoktur. Hâlbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyet olup, ecnebilerin istibdad-ı mânevîlerinin taht-ı esaretlerinde eziliyor. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayrimüslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı mânevînin dafiidir ve o kayıtların anahtarıdır ve ecnebilerin bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdad-ı manevînin râfiidir.”[4]

“GAYR-I MÜSLİM REİS OLAMAZ FAKAT HİZMETKÂR OLUR” 

Bediüzzaman’a Ermeniler ile ilgili sualler sorulmaya devam eder. İşte bunlardan birkaç tanesi şöyle: “Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?” sorusuna Bediüzzaman; “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev’i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.[5]şeklinde cevap verilir. Bediüzzaman’ın “Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur.”[6] cümlesinde; Rum ve Ermenilerin vali-kaymakam olmalarında dinen herhangi bir sakıncanın olup olmadığını soran Kürd aşiretlerini aydınlatıp ikna etmek için verilmiş orijinal bir cevap yatar. Burada Bediüzzaman; meşrûtiyet yönetiminde memurluk ve reisliğin halka tahakküm etmek, topluma tepeden bakıp emir yağdırmak, keyf çatmak olmadığını, belki millete hizmet etmek olduğunu nazara vererek, Rum ve Ermeni toplumundan da gayet tabii olarak vali ve kaymakam gibi bürokratların seçilip atanabileceklerini, bunda dinen herhangi bir sakıncanın olmadığını vurgular. Özetle; ‘Meşrûtiyet doğru uygulandıktan sonra yönetime kim gelirse gelsin, hepsi halka hizmetkâr olmak zorundadır’, anlamındadır.

“GAYR-I MÜSLİMLERLE NASIL MÜSAVİ OLACAĞIZ?”

Bediüzzaman’ın aşiret gezilerinde gayr-i Müslimlerin devlet kadrolarında görev almasına ve özelikle kaymakamlık gibi idâri görevleri ifa etmelerine de itiraz gelir. Çünkü bu tür memurluklar reislik gibi telakki edilir. Şark vilayetlerinde yerleşik olarak aşiret bağları güçlü olduğu ve aşireti bir reis yönettiği için idareci olarak bir gayr-i Müslim idareciyi kabullenmekte zorlanırlar. Bediüzzaman, Meşrûtiyet’le birlikte hükümetin ve memurların halkın hizmetkârı olduğunu belirterek onların da bu görevleri yapabileceğini belirtir. Memurlar, reis değil aksine halkın hizmetkârlarıdır. Bu bağlamda, gayr-i Müslim ülkelerde ikamet eden Müslümanların da yaşadıkları ülkelerde benzer görevleri yapabilmeleri gerektiğine vurgu yapılır.Aşiret mensupları, gayr-i Müslimlerle eşit kabul edilmeye de itiraz ederler. Onlara hukuk kurallarının herkese aynı şekilde tatbik edilmesi gerektiği izah edilir. “Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?” sualine “Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.)  âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”[7] Şeklinde cevap verilir. Bediüzzaman, gayr-ı Müslimlerle müsavatın ölçülerini dinen ve İmam-ı Ali (r.a.)  ile Salâhaddin-i Eyyûbî’nin hayatından misallerle tekid eder.

“EHL-İ ZİMMET İLE NASIL MÜSÂVİ OLUNUR?”

Ancak zihinler halen bu izahları kabul etmeye hazır olmamış olmalı ki; “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?” suali tekrar sorulur.Bediüzzaman bu sefer şöyle cevap verir: “Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nev’i zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.[8] Bu sorulardan anlaşılan husus şu olmalıdır. Hem aşiretlerin kendi aralarında, hem de Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında husumet yaşanmaktadır. Aşiretler arasındaki düşmanlıklar ve eşkıyalar bölge halkının güvenliğini tehlikeye sokuyor ve bölge halkına zarar veriyordur. Meşrutiyet öncesinde yöneticilerin geliştirdiği bazı çözümler ve onların uygulaması da “Eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehib bulunan o vücuda iltihabı tezyit eden Hamidîlik icra etme” [9]nin problemleri çözmeye çalışırken problemlerin daha da büyümesine sebep olur. Bediüzzaman, böyle bir ortamda mevcut kargaşa ve karışıklıkları önlemeye çalışarak Osmanlıyı oluşturan unsurların ittihadını sağlamaya çalışır.

ERMENİLER İLE NASIL DOST OLACAĞIZ?

Aşiret mensupları Ermenilerin kendilerine düşmanlık ettiğini, bu yüzden onlarla ittihat etmelerinin zor olduğunu beyan ettiklerinde, Bediüzzaman yeni bir döneme girildiğini hatırlatarak onlara şöyle cevap verir: “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.[10] Ermenilerin uyandığını ve terakki ettiğini, bölgedeki aşiretlerin ise uykuda olduğunu belirterek, Ermeniler’den öğrenilecek çok şey olduğuna vurgu yaptı. Çünkü, “[Ermeniler] uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır.”[11]Dostluğa bugün daha fazla ihtiyaç vardır. Bediüzzaman, “[Ermeniler] Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur.[12] sözleriyle, onlarla dost olmanın gerekliliğine vurgu yapar. Günümüzde ise, sınırların her türlü etkileşime karşı set olarak kullanılmasından dolayı bu eski dostlar birbirlerine oldukça yabancılaşmış durumdalar. Hiçbir iletişimin olmaması düşmanlıkları giderek artırmaktadır. Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır. Bu eski komşular arasında irtibatın tekrar sağlanması gerekir. İrtibat tesis edildikçe birbirlerini daha iyi tanıyabilir ve önyargılar yıkılabilir.

“YAHUDİLERİ VE HIRİSTİYANLARI DOST EDİNMEYİN” AYETİ

Bediüzzaman,“Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.”[13] mealindeki ayeti delil göstererek Ermenilere muhabbet edemeyeceklerini ileri süren aşiret mensuplarına şöyle cevap verdi: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!”[14] Bediüzzaman, insanların sıfatlarına vurgu yapar ve sıfatlar üzerinden insanlar arasında muhabbet ve dostluk köprüsü tesis edilebileceğini söyler. Bazen, bir özelliğine veya bir sıfatına bakarak bir kişi hakkında ‘menfî’ diye hüküm verilebiliyor. Hâlbuki bir insan hakkında kötü birisi olduğuna hükmetmek öyle kolay bir iş değildir. Biraz düşünülse, o kişinin muhabbete layık birçok sıfat taşıdığı görülebilir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.246

[2] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.245

[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.240

[4] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.240

[5] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.254

[6] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.254

[7] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.244

[8]Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.244

[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.211

[10] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.245

[11] Age, s.245

[12] Age, s.245

[13] Maide, 5/51

[14] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.247

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir