Mehdî Meselesi

Acele edip kışta gelen kim?

Bilindiği üzere bazı eşyalar üç boyutludur. Tek boyuttan bakan kişi o eşyanın bütününe vâkıf olamaz. Öyle bir noktadan o eşyaya nazar edilmelidir ki, üç boyutu da görülebilsin. Onun için insanın eşyaya mülâki olduğu konum çok önemlidir. Hatta bazen üç boyutlu resimler vardır ki, o resimlere sıradan bakmakla görmek istediğin hakîkî resmi göremezsin. Sadece görmek istediğini zan kabilinden tasavvur edersin. Halbuki o üç boyutlu resmin içine gizlenmiş hakîkî bir resim vardır ki, onu görmek için epey çalışman ve gayret etmen gerekir. Hatta üç boyutlu resme yoğunlaşman ve dikkatle nazar etmen elzemdir. Yoksa görmek istediğini görmen mümkün değildir ve hayali bir Ziyaeddin görme vartasına düşebilirsin.

Ahirzamanda gelecek şahıslar da sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesiyle mübhem ve üç boyutlu resim gibidir. Herkes onları göremez ve tanıyamaz. “Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhas-ı ahirzaman tanınabilir.”[1] Yani müdakkikâne meseleye yaklaşılmalı, sır-ı ihlâs ile kapıların açılacağı bilinmelidir. Özellikle şahs-ı mânevînin duâsı, himmeti ve gayreti atlanmamalıdır.

Risâle-i Nur Külliyatı da aynen üç boyutlu resim gibidir. Ahirzamaman eşhasları Risâle-i Nur satırları arasında müteferrik yerlere birçok hikmete binaen gizlenmiştir. Mesela Hz. Mehdî’nin âşikâre aynı isim ve ünvan ile ortaya çıkması üç vazifeyi(iman-hayat-şeriat) birden hatıra getirir. Bu vaziyet siyâset mânâsını da ihsas etiğinden ehl-i dünyayı ve ehl-i siyâseti telâşa verir hatta hücumlarına vesile olur. Böylece “Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar.”[2] Hâlbuki Risâle-i Nur’un hakîkî ihlâs sırrıyla hiçbir şeye, hatta mânevî ve uhrevî makamata dahi alet olmaması hakîkati Mehdilik iddiası ve aleniyât ile ortaya çıkmasına manidir.

Özellikle Peygamberimizin(asm) hadislerinden anlaşıldığı üzere Mehdî 35-40 yaşlarında vazifeye başlayacağı, kendisi 40 yaşında çıktığında halkın onu tanımayacağını ve zamanla anlaşılacağını biliyoruz. Dolayısıyla Hz. Mehdî, mehdî olduğunu iddia etmeyecektir. Bu iddia edilmemek ile ilgili hadisler de şunlardır. “Sen Hz. Mehdî’sin dediklerinde, O kabul etmeyecek.”[3] “Kendisine “senin ismin budur, babanın ismi şudur, alametler sende mevcuttur diyecekler, ancak o yine kabul etmeyecek…”[4] “İnsanlar nihayet Hz. Mehdi’ye gelirler ve kendisi istemediği halde ona biad ederler.”[5]

Görüldüğü üzere Hz. Mehdî, mehdilik iddiası ile ortaya çıkmaz ve bu tür iddiaları red eder. Elbette ki bunun birçok hikmeti vardır. Çünkü sırr-ı ihlâs maddî ve mânevî bütün makamları red etmeyi zarûrî kılar. Bedîüzzamân Hazretleri’nin de yaptığı budur. Barla Lahikası’nda “Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş.”[6] cümlesi baştan Bedîüzzamân Hazretleri’nin de böyle bir zatın geleceğine muntazır olduğunu gösteriyor. Risâle-i Nur’da “Sonra gelecek o zat” gibi ifadeleri ve “Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanâati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz.”[7] ifadelerinin de bu bağlamda okunması icab eder.

Sual: Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki, “Mehdî gelmek lâzımdır?” der. Zira; dünya şeyhuhet(ihtiyarlık) itibariyle müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir.

Cevap: Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira, güzel bir zemin müheyya ve mümehhet(hazır) oldu; zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezir olur. Rahmet-i İlâhî şe’nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezir olsun.”[8] Buna mukabil Münazarat veya Emirdağ Lahikası’nda Bedîüzzamân Hazretleri “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz.”[9] diyor. “Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli.” Cümlesinin mütemmimi “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz.” Değil mi? Bedîüzzamân Hazretleri daha ne desin? Bu iki parçayı göremeyen ve gördüğü halde birleştiremeyenlere ne denebilir ki?

Ayrıca Barla Lâhikası’nda Kuleönü’nde Sofuoğlu Nur Talebesi Mustafa Hulûsî (rh) son noktayı koyuyor: “Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdî Hazretleri’nin pişdarı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risâle-i Nur’dur.”[10] Devam eden mektubun son paragrafında Mustafa Hulûsî (rh ) ağabey şu sırlı izahları ifade ediyor. “Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risâle-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşif ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdî’yi soruyor: “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdî’yi anlayamamış!”[11]

Evet, “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risâle-i Nur imiş.”[12] ifadesi ile Ayetü’l Kübra’daki Seyyah-ı Âlem’in Müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin “Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki, ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemal-i vuzuhla ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Haşiye) o adamım.”[13] İfadesini Bedîüzzamân Hazretleri ilgili haşiye ile beklenen zatın Risâle-i Nur olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Haşiye: Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki, ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde keşiflerinde müşahede etmişler, “bir adam” demişler.[14]

Hızır’ı görmek isteyen adam…

Bu kıssa ehl-i zahir olan saf ve temiz bir zatın Hz. Hızır’ı bulma ve ona mülâkî olma arzusu ile ilgilidir. Şöyle ki; “Vaktiyle, saf temiz bir adam, Hazreti Hızır´ıgörmek derdine düşmüş. Bu aşk ile yanarken bir müddet sonra nurâni, mübârek bir zat ile karşılaşmış. Aralarında şöyle bir muhavere başlamış:

– Selâmun aleyküm.

– Aleyküm selam.

– Hayırdır Evlat, yolculuk nereye?

– Ben Hızır’ıgörmek istiyorum. Bunun için çıktım yola.

– Peki Hızır’ı görünce tanıyabilecek misin?

– Ne olur Amca, duâ et ben Hızır´ı göreyim.

– Evladım inşallah sen Hızır´ı göreceksin.

Kendisini işaret ederek:

– Aynen böyle göreceksin. Dikkat et Hızır yerden böyle taşı alıp böyle elinde un gibi yapar. (Nurani, mübârek Zat, o anda yerden bir taşı alıp ufalayıp un gibi yapar.)

İşte böyle bir adam görürsen bil ki O Hızır´dır.

Adam;

-Sağol! Amca dikkat ederim, Allah razı olsun diye cevap verir.”

Bu vaziyet “Basar masnûâtı görüp de, basîret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer.”[15] tarifine münasip bir vaziyeti gösteriyor.

Avam-ı nas, hayal ile tefekkür, gözü ile taakkul ettiğinden temsil onlara bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknidir. Ancak temsilden hakikate intikal etmek ve hakikatin yolunu göstermek için ise tâbir ve tevil lâzımdır. Şimdi hakikat-i hâl böyle olunca Hz. Hızır’ı arayan adamın yanında baktığını gören, temsili tâbir ve tevil edecek müdakkik birisi olsa ve Hz. Hızır’ın işâret ve hareketlerinden “Kardeşim baksana adam kendini tâ’rîf ediyor; hem de işâret ve beşâretleri ile, hatta yerden taşı alıp un gibi yaparak kendisini anlatıyor ve gösteriyor.” dese adam ayılacak ve hakîkaten aradığım Hz. Hızır budur diyecektir. Ancak ne çare! Adam Hz. Hızır’ı aramak ve görmek için tekrar yola revan oluyor. Kanaatimiz odur ki, Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur’da epey sarîh taş ufalıyor. Ancak sır-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesi de halen devam ediyor.

’Ben Hz. Mehdi’yi göremeyeceğim, ama sen göreceksin’

Salih Özcan ağabey anlatıyor: Üstad Hazretleri bana “Keçeli ben Mehdi’yi göremeyeceğim, ama sen göreceksin!” dedi.“  Merhum Salih Özcan ağabey Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nden dinlediğini söylediği bu ifadelere istinaden yıllardır Mehdi’yi göreceğini anlatmıştır. Salih Özcan ağabey dar-ı ahirete irtihal ettiğine göre Hz. Mehdi’yi gördüğüne dair hiç bir ifadesi yoktur.  Öyleyse Üstad’ın kendisine ifade ettiği “Keçeli ben Hz. Mehdi’yi göremeyeceğim, ama sen göreceksin!” ifadesinin farklı bir anlamı ve izahı olsa gerek. Âcizane biz, Üstad’ın Salih Özcan ağabeye söylediği “Ben Mehdi’yi göremeyeceğim, ama sen göreceksin.” ifadesinden şunu anladığımızı ifade edebiliriz.  Bediüzzaman ile karşı karşıya oturan ve yüz yüze duran Salih Özcan’a Üstad:“Bak Salih, Benim gördüğüm şahıs(Sen) mehdi değil, Senin gördüğün Zat Mehdi’dir.” Çünkü insan kendi yüzünü göremez, karşısındaki ise görür. Bediüzzaman Hazretleri sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham hakikati ile meseleyi perdeleyerek “Keçeli ben Mehdi’yi göremeyeceğim, ama sen göreceksin.” şeklinde ifade etmiştir. Madem Bediüzzaman Hazretleri Salih Özcan’a Mehdi’yi “sen göreceksin!” dediyse ve hayatı boyunca Üstad bana “Sen mehdiyi göreceksin!” dedi diye defeatle Salih Özcan ağabey anlattıysa, o halde dar-ı ahirete irtihal etmeden önce bu hadise vuku bulması lâzımdı ve beklenen Mehdi’yi Salih Özcan ağabey bizzat görüp ilan etmesi gerekiyordu. Bildiğimize göre Salih Özcan ağabeyin böyle bir beyanı olmadı. O halde “Keçeli ben Mehdi’yi görmeyeceğim, ama sen göreceksin!” ifadesindeki mânânın yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi olması akla, mantığa, sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham hakikatine daha muvafık olduğunu düşünüyoruz.

“Sen Benim siyasi damarımı oynatıyorsun”

Son Şahitler Üçüncü Cilt’te Merhum Salih Özcan’ın Bediüzzman’ı bir ziyaretinde içtimâî ve siyâsî mevzulardan bahis açtığında aralarında geçen muhavere şöyledir: “Bir ara ben, ‘Bu Menderes çok münafıktır’ diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, ‘Sus, keçeli! Menderes’e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var’ cevabını verdi. “Bunun üzerine ben, ‘Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim’ dedim. Üstad, ‘Eğer bugün Bayar bana dese, ‘Said gel, buraya otur,’ ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindar olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur.[16]…Biz bütün kuvvetimizle Menderes’i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.’ “Üstad Millet Paritsinden bahsederek, ‘O partide çok münafık var. Kuvvet dindarların elinde değil’ dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun.”[17]

Salih Özcan hayatı boyunca Bediüzzaman Hazretleri’nin asla tasvip etmediği “Bir kısım dindar ehl-i siyaset.” vasfına sahip fikirler taşımıştır. Bediüzzaman bu fikri asla tasvip etmemiştir. Bir zamanlar “Bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[18] demiştir. “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”[19] İşte bu ve benzeri hakikatlere istinaden Bediüzzaman Hazretleri asla din namına siyaset yapmaya ve dini siyasete alet etmeye asla müsaade etmemiştir. O, dini siyasete alet değil, siyaseti dine alet ve dost yapmak mesleğinden gitmiştir.

Müceddid-i ahirzaman[20] niçin aşikâr değil?

Eşhas-ı âhirzaman ve hâdisatı tamamen bedâhet derecesinde vuku bulacak ve bilinecek meseleler değildir. Sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham hakikati bunu zaruri kılar. Eğer bedahet derecesinde olsa, sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. İşte bunun için, ahirzaman eşhasları gibi meselelerde çok ihtilâf olmuş. Eğer bu hadiseler ve eşhaslar tayin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umûmî zayi olurdu. Belki ahirzaman hâdisatı ve o eşhas-ı âhirzaman nur-u imânın dikkatiyle bilinebilir ve tanınabilir.

Hakîkî verese-i Nübüvvet olan hizmetkâr-ı din olan zatlar şahsiyetlerini izhar etmeyerek ümmeti ümitsizliğe sürüklememiş ve i’timadlarını kırmamışlardır. Hem âli olan mesleklerini yalancılarla iltibas ettirmemek için birçok i’tirazın da önüne geçmişler ve siyasileri evhamdan, hocaları da i’tirazdan muhafaza etmişlerdir. Çünkü Mehdî ünvânı direk kullanılırsa önemli i’tirâzlar olacak ve “O gelecek zatın ismini vermek, üç vazîfesi birden hatıra geliyor (îmân, hayat, şerîat); yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan Nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn nazarında hakîkatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhâniye(kesin deliller) dahi, kazâyâ-yı makbûledeki(kabûle mazhâr olmuş hükümlerdeki) zann-ı gâlibe(gâlib kanâate) inkılâp eder; dahâ muannîd dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmânda görünmemeye başlar. Ehl-i siyâset evhâma ve bir kısım hocalar i’tirâza başlar.” [21]

Vazîfedâr-ı hizmetkâr olan Zatlar, yeni hüküm getirmezler ve dinin rûh-u aslîsine zarar vermezler. Sadece asırlarına uygun yeni îzâh tarzları ile dinin hakîkatlerini izhâr ederler. Ve dine tecâvüz eden bid’aları ref ederler ve dini, rûh-u aslîsine uygun tecdid ederler. Vazîfeleri Fahr-i Âlem(asm)’in açtığı cadde-i kübra-i Kur’âniye olan meslekte yürümek ve insan cemâatlerini o yolda yürütmek olduğu için, zaten açılmış olan o yola davette ve o yolun tahribata uğramış kısımlarını tamirde sadece Fahr-i Kâinat’a(asm) ittiba mesleğini ihtiyar ve Allah’ın Fermanı ortada iken ayrıca şahsını da ortaya atmanın faideden ziyade mazarratları olması hikmetine binaen ve lüzum da olmadığı için şahsiyet ortaya atılmamıştır.

Müceddid-i âhirzaman olan Hz. Mehdî hakkında Fahr-i Kâinat Efendimiz(asm)’in birçok hadis-i şerifleri ve tebrişatı vardır. Bu nedenle de ümmet O’nun gelmesine muntazırdır. Selef uleması da bu konudaki beklentilere hadislere istinaden tahşidat yapmıştır. Hatta gelecek zat için medih ve senalarda bulunmuşlardır. Eğer gelecek olan Zat şahsiyetini ortaya atsaydı, kısa bir sürede kabul-ü ammeye mazhar olsa ekseriyet keyfiyeten değil, kemiyeten O’na bir bağlılık söz konusu olacaktı ve bu tarz vicdanların tam bir ihtiyar ile halis hidayeti seçmesi değil, O zata ittiba ve şahsiyetine i’timad suretiyle kuru kalabalığa uyması takliden bir mecburiyet şeklinde tarik-i hakkı ihtiyar etmesi olur ki hakikat nokta-i nazarında bu hal asla makbul bir netice değildir. Çünkü makbul ve matlub olan halis hidayet İslâmiyetin güzelliğinden, makbuliyetinden, hakkaniyetinden vakıa mutabakatından ve mahz-ı hak ve hikmet olmasından dolayı ittibadır. Fikirlerin hakîkatleri kavrayabilmesi için tahkik etmesi, araştırması; tam bir olgunluğa ve kemâle ulaştığı fen ve felsefî ilimlerin son derece insanları müteyakkız ederek son medeniyet ve ilim-ifran devrinde hâlis hidayet her türlü taklidî tesirlerden azade olarak berrak bir ihtiyarın mahsulü ile olmalıdır.

Âhirzamanın münebbih insanlığına mebus ve imam olacak Zatın en büyük ve umûmî vazîfesi akıl, kalb, ruh, letâif ve idrake hitab eden Kur’ân’ın hakîkatlerini tebliğ etmesidir. Bu da ancak prensipler hâkimiyeti ile olur. Bu nedenle Kur’ân hakîkatleri insanların iradesiyle ve uzun tedkikatlar neticesinde hüsn-ü ihtiyarları ile kabul edip kalblerinde itmin’an ve temkin hâsıl etmek ile olabilir. Bu itibarla Kur’ân hakikatlerinin ulviyetine ittiba önem arzeder. Âhirzamanda gelecek olan Zat da bunu yapmakla vazifelidir. Böylece İslâmiyetin bütün güzelliklerini ve şaşaasını bütün kemâl ve hakkaniyeti ile enzâr-i İslâmiyet’e arz ve teşhir etmektir. Zaten aynen de böyle olmuştur!

Birçoklarının beklediği gibi âhirzamanda geleceği baklenen Zat harikûlade biri olup birçok harikûlade icraatla âlemi ıslah etse ve bu surette umûmî bir hidayet ve İslâmiyet’e mutabaat hâsıl olsa bu netice hakîkat noktasında asla kıymeti haiz değildir. Çünkü din bir imtihandır, akla kapı açar iradeyi elden almaz. Hem hidayet-i kasdı bir ihtiyara müstenid olduğu ve tefekküre ve iz’ana dayandığı takdirde makbul olur. Cebrî bir hidayet ve mecburî bir imânın nazar-ı Şar’îde kıymet-i harbiyesi yoktur. Teklif ve ubudiyet kulun ihtiyarı üzerine müessestir. Âhirzamanda erkân-ı imâniye hüccet-i kat’iyeye istinad ile tekemmül eder. Mehdî eserleri ile erkân-ı imâniyeyi kuvvetli burhanlarla ispat eder ve kuvvetlendirir. Her şey bedahiyet şeklini alsa o vakit imân makbul olmaz ve bedihi delail bütün akıl ve iz’anı celbedecek ve insanî tefekküre yol bırakmayacak şekilde meydana çıktığından ihtiyara da yer kalmaz. Bedihiyet cebrî bir inanışı tevlid edeceğinden o inanış makbul olmaz; bu kanâat ve inanış ise insanlık hassesine, tefekkür melekesine ve insanın mürid ve muhtar olmasına münafidir. Çünkü dinde cebir ve ikrah yoktur.

Böylece âhirzamanda beklenen Zat bedahet derecesinde hüccet-i katıa ile herkes tarafından bilinse sırr-ı imtihan zayi olur ve hikmet-i ibham perdesi kalkar. Herkes dinin yüksek hakikatlerinin ulviyetini itmin’an-ı kalb ve akıl ile değil, o zatın şahsiyetine i’timaden kalabalığa uyma şeklinde hidayet dairesine dâhil olunmuş olur. Bu durumun zarurî bir sürükleniş ve kuru kalabalıktan farkı olmaz. Bu hâl ise dinin ulviyetine, imânın şehametine ve insanın muhtariyetine münafi olur.[22]

Üç mesele: Îmân, Hayat, Şerîat

Risâle-i Nur hizmeti kemiyet değil, keyfiyet üzere devam eder. Üç mesele olan îmân, hayat ve şerîat mütedahil dairelerdir. Risâle-i Nur hizmeti, îmân lokomotifine bağlı olarak hayat ve şerîat dairelerini takip eder. Îmân hizmetini lokomotife benzetecek olursak, diğer hayat ve şerîat dairelerindeki hizmetler de vagonlar misali îmân lokomotifi ile harekete geçecektir. Risâle-i Nur önce ferdi inşa eder. Ferdin hayatında îmân, hayat ve şerîatın tesisini ihya eder. Aynı asr-ı saadet modeli ve metodu gibi bir yol takip edilir. Öncelik bir devlet inşası değildir. Bu hizmet devlete değil, insana taliptir. Merkezinde ise rıza-ı ilâhi esastır. Netice odaklı değil, rıza-ı ilâhi odaklı bir hizmet dünyevî neticeleri gaye-i hayal ve maksad-ı aslî yapmaz. Hatta bunları düşünmeyi bile uygun görmez. Bu hizmet kitaba dayalı bir hizmettir ve kıyamete kadar da bâkîdir. Okumak, Risâle-i Nur lokomotifinin yakıtı hükmündedir. Okuma olmazsa bu hizmetin lokomotifi sükût eder. Lokomotif çalışmaz ise vagonlar hareket etmez. Hayat ve şerîat daireleri, vagon mesabesinde olduğu için okumaya bağlı olarak iftirak ve en büyük düşman olan cehaleti izale eder.

Risâle-i Nur hizmeti, temelde îmân hizmetini görmekle beraber, diğer iki merhalenin(hayat ve şerîat) de öncülüğünü yapar. Hz. Peygamber (asm) önce İslâm dâvâsının temelinde yer almış, sonraki İslâmî hizmetlerin de prensiplerini ve temelini atmıştır. Aynen benzeri bir durumun Risâle-i Nur hizmetlerinde olmasına bir engel yoktur. Yani, îmân hizmeti diğer iki hizmet(hayat ve şerîat) dairelerini etkileyecektir.

Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik yerlerinde “îmân, hayat ve şerîat” olarak formüle edilen üç vazîfe ise şöyle yer almaktadır. “Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan, îmân ve şerîat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı îmân hakîkatleri olduğundan…”[23] diğer meseleler îmân lokomotifine bağlı olarak iç içe mütedahil daireler misüllü tatbik edilir.

“Hem üç mesele var: biri hayat, biri şerîat, biri îmândır. Hakîkat noktasında en mühimmi ve en âzamı, îmân meselesidir. Fakat, şimdiki umûmun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şerîat göründüğünden, o zât(Mehdî) şimdi olsa da, üç meseleyi birden umûm rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki îmân hizmeti safvetini umûmun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”[24] Evet, mesele gayet nettir. Hakîkat noktasında en mühim ve en âzam mesele îmân meselesidir. Ancak umûmun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında şimdi de en mühim mesele hayat ve şerîat addedilmektedir. Belki de ehl-i îmân arasında münâkaşa ve münâzaaya sebep olan ve iftirakları tetikleyen meselelerin başında bu nokta gelmektedir. Halbuki “îmân, hayat ve şerîat” daireleri uzun bir süre ve fıtrî bir tekâmüldür. Bedîüzzamân Hazretleri bunun formülünü Risâle-i Nur’da net olarak vermiştir. Bu fıtrî tekâmül atlanılmamalıdır. Bunun içindir ki Üstâd net olarak şunları ifade etmiştir: “Evet, bu zamanda hem îmân ve din, hem hayat-ı içtimâî ve şerîat, hem hukuk-u âmme ve siyâset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmâniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddes  ve en büyüğüdür. Şerîat ve hayat-ı içtimâîye ve siyâsîye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.”[25]

İmân hizmeti, iki vazîfenin esâsı ve temeli mâhiyetindedir.

İmân hizmeti diğer iki mesele olan hayat ve şerîat vazifelerini de tetikler ve tekâmül ettirir. Mesela Risâle-i Nur’da hayat için şu ifadeler yer alır: “Hayat ise, eğer îmân olmazsa veyahut isyan ile o îmân tesir etmezse hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.[26]  Veya “Eğer îmân hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmânın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine îmân noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.[27]  Böylece îmân hayata hayat oluyor, vücut veriyor ve tesir ediyor. Bu hâl aynı zamanda şerîatın hayata icrası ve tatbikatı hükmünü de gösteriyor. Öyleyse “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı îmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”[28]

Risâle-i Nur’da nazara verilen pek çok dersler müvacehesinde mezkûr üç meselenim(îmân, hayat ve şerîat) “bu zamanda” bir şahısta ve cemâatta içtima edemeyeceği açık olarak belirtiliyor. Ancak üç vazîfenin vazîfedar heyetleri ve kuvvetleri ile teşekkül edip Hazret-i Mehdî’nin temsil edeceği Âlem-i İslâm genişliğindeki şahs-ı mânevîde taksim’ül  a’mal kaidesi tarzında ve temsiliyet usulünce içtima edebileceğini; bu şahs-ı mânevî ise, başta İslâm âlemine yayılmış olan seyyidler cemâatı ve İslâm orduları ve bütün ulema ve evliyanın iltihakları ile teşekkül edeceğini Bedîüzzamân Hazretleri sarahaten açıklamıştır. Bu üç meselenin en birincisi olup tâ Üstâd’ın zamanından beri devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan safî ve arı îmân hizmetinin istinad edeceği vazîfedarları, te’vili imkânsız bir sarahatla şöyle açıklanır: “Bu vazîfenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”[29]

Âl-i Beytin büyük bir mürşidi kim?

Emirdağ Lâhikası’nda bulunan ve çokça iltibas edilen bir mektubu incelemek istiyoruz inşâallah. İşte o mektubun giriş kısmından bir bölüm: “Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrâne olarak, âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.”[30]

Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım talebeleri hem de pek musırrâne olarak Üstad Bediüzzaman’ı âhirzamânda gelecek Büyük Mehdi olarak telakki ediyorlar. Bu talebeler sıradan insanlar değiller. Bizzat Bediüzzman’a hizmet etmiş, bütün ahvaline ve mâhiyetine vâkıf olmuş talebelerdir. Münteşir Lahika mektuplarında da bu konuda epey tahşidat vardır. Mesela: Elmas kalemli Kuleönülü Sarıbıçak Mustafa Hulûsî’nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasında şu ifadeler geçer. “Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki: “Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zatın Risale-i Nur’u müceddit hükmündedir. Hem aktaptır, hem Zülkarneyn’dir, hem ahir zamanda gelecek İsa Aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir” denildi.[31] Buna benzer epey talebe mektubunun bulunduğu Risale-i Nur Külliyatı’nın yanında, Üstad Bediüzzaman tarafından “Nurun mânevî Avukatı” diye lakaplandırılan edîp, âlim ve fâzıl bir Nur talebesi olan merhum Ahmed Feyzi Kul ağabey de, Bediüzzaman Hazretleri’nin, âhirzamanda geleceği ehadiste müjdelenen Âl-i Beytin büyük şahsiyeti olduğunu dehşetli mahkemeler karşısında dahi dâvâ etmiş ve aynı mevzuda “Maidet-ül Kur’ân” namındaki ve cifir ilmine müstenid işaret ve beşaretleri yazmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, Ahmet Feyzi ağabey için, ayrıca, “Feyzilerin bir kahramanı” da der. Ahmet Feyzi ağabey bu unvanları, Afyon Mahkemesi’ndeki savunmasından ötürü kazanmıştır. Bu savunma Külliyat’ın Şualar adlı eserinde mevcuttur. Bu savunmanın en önemli yerlerinden bir kısmı şöyledir: ”Ahirzamanda, hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadislerle ümmet-i Muhammediyenin (asm) ömrünün bin beş yüz seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (asm) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hâdiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celp ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere duçar olanların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuttur. Bizler, Allah’a ve resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi, bu imanın ve peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak, kendimizi helâk-i ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!” diye, bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?”[32] diye mahkeme müdafaasına devam eder.

Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahika mektuplarında bu eserin muhteva ve davasını, şahsına ait kısmını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine çevirerek tasdik etmiştir. “Mâidet-ül Kur’ân isimli bu eseri, Bediüzzaman Hazretleri de görmüş, okumuş ve tasdik etmiştir. Hattâ Üstad Bediüzzaman tarafından bu risale bazı ta’dil ve tashihlerden sonra, 1946-1948’lerde teksir makinesiyle ve İslâm harfleriyle neşredilen Tılsımlar Mecmuası adlı kitabın âhirine ilhak edilerek neşrettirilmiştir. Böylece “Mâidet-ül Kur’ân” Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli olarak Üstad tarafından da kabul edilmiştir. Lâkin 1948’de vukua gelen Afyon Mahkemesi’nin savcı ve hâkimleri veya onun ehl-i vukufu Mâidet-ül Kur’ân eserini, rapor ve iddianamelerinde çok fazla mevzu ettikleri için, Hazret-i Üstad Afyon Hapsinden sonra onu Tılsımlar Mecmuası’nın arkasından ayırmış ve umumî neşirden kaldırmıştır.”[33]

Bununla beraber, Ahmed Feyzi ağabeyin kanaatlerini tasdik makamında iki hatırayı buradan tekrar nakledelim:

Birinci hatıra: Bediüzzaman’a hanedanıyla, efrad-ı âilesiyle her türlü tehlikeleri göze alarak hizmet eden, bağlılık gösteren, en yakın akrabadan çok daha yakın bir akrabalık hissi içerisinde sadakatla fedakârane talebelik eden Emirdağ’ın Çalışkanlar ailesinden merhum Mehmet Çalışkan ağabey anlatıyordu: “Bir defa (yüksek bir âlim, beliğ bir edib olan) merhum Ahmed Feyzi Kul Efendi Emirdağ’ına gelmişti. Sohbet etti. Üstadımızın büyük evsâfını, yüce makamlarını, riyazi ve cifrî tevafuklarla açıklıyordu, biraderim Osman Çalışkan’ın kalbine gelir ki: “Biz Üstadımızı “Kürd” olarak biliyoruz. Ahmed Feyzi Efendi’nin anlattığı Büyük Müceddid ise, Âl-i Beyt-i Nebevi’den olacaktır.” Bu kalbî muhasebemden az sonra, Üstâd Hazretleri’nin beni çağırdığını söylediler. Gittim. Üstâd bana: “Kardeşim, ben hem Hasanîyim, hem de Hüseynîyim ve Ahmed Feyzi’nin bütün söylediğini kabul ediyorum, haydi git!” dediler.[34]

İkinci hatıra: Emirdağlı merhum Mehmed Çalışkan diyor ki: “Birgün Ahmed Feyzi Efendi Emirdağ’a gelmişti. Üstâdla görüştü. Üstâd ona: “Çabuk bir vasıta bul ve git!” dedi. Fakat akşam bir sohbet yapması için ben onu bırakmadım. O gece çok güzel ve nurlu bir sohbet olmuştu. Sohbet geç vakte kadar devam etmişti. Sabahleyin -birden- Üstâd, Ahmed Feyzi’yi çağırttı. Halbuki onun kaldığından Üstâd’ın haberi yoktu. Ahmed Feyzi çok korktu. Beraberce Üstâd’ın yanına gittik. Üstâd ona: “Sen akşam ne konuştu isen, ben aynen kabul ediyorum” diyerek Ahmed Feyziye iltifat etti.[35]

Ahmed Feyzî Kul Efendi’nin Üstada ve Risale-i Nur’a azamî bağlılığı, Maidet-ül Kur’ân ve Hazinet-ül Bürhan eseriyle Afyon mahkemesinde okuduğu şa’şaalı müdafaanamesinde Risale-i Nur’un müdafaasını mükemmelen ifa etmesi sebebiyle Hazret-i Üstâd ona: “Nurun Manevi Avukatı” diye lâkab vermiştir.[36]

Bediüzzaman Hazretleri, Maidet-ül Kur’ân ve Hazinet-ül Bürhan eserindeki isbat ve işaretleri, zaman cemâat zamanı olması ve şahs-ı mânevî hükmedeceği için; Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine ve cemâatine ve Seyyidler Cemâatine tatbik ederek Mehdiyyet hareketinin hakîkî mânâsını izah etmiştir. Azamî tevazu içinde şahsına tevcih edilen mânevî makamları, iman hizmetinin ehemmiyeti ve Nur Mesleğindeki hakiki ihlâs gereği olarak, şahsı için kabul etmemiştir.[37]

Sırr-ı ihlâs bütün makamları reddetmeyi gerektirir

Bediüzzaman Hazretleri ahirzamanın mühim bir âlimi noktasında talebelerinin ısrarlı fikirlerini niçin kabul etmiyor? Bu sual çerçevesinde meseleye yaklaşmaya çalışalım inşâaallah.

Bediüzzaman Hazretleri, saff-ı evvel talebelerinin kendisi için ahirzamanın mühim bir mürşidi olduğuna dair ısrarlı fikirlerini red ediyor. Buna mukabil talebeleri de “Sen de bu kadar musırrâne onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun.“[38]diyorlar. Yani talebelerinin ahirzamanda muntazır olarak asırlardır beklenen Zat olduğu yönündeki ısrarlı fikirleri kabul etmiyor. Çünkü zahirâne kabul etmesi, âhirzamânda muntazır kalınan zat olmamasına delâlettir. Bediüzzaman “Ben kendimi salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir.”[39] der. Özellikle bu cümledeki “çekiniyorsun” kelimesi çok ma’nîdâr değil mi? Hem kabul etmek ve çekinmemek sırr-ı ihlâsa münâfîdir. Bediüzzaman değil böyle bir ma’kâmı, dünyasını hatta ahiretini de din-i İslâm için fedâ eden bir müceddid-i âhirzaman ve kahraman-ı İslâm’dır. Bediüzzaman, talebelerinin ısrarlı fikirlerini niçin kabul etmediğinin en önemli sebeplerinden birisi sırr-ı ihlâstır. Bu konuda Üstad Bediüzzaman çok açık ve net olarak şu izahları yapar ve meselenin ne kadar önemli olduğunu izhar eder: “Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zaif damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.”[40] Bu noktayı Üstad Bediüzzaman şöyle tekmil eder: “Ben, bütün talebelerimi ve arkadaşlarımı işhâd ediyorum ki: Esas-ı mesleğimiz; enaniyeti, hubb-u câhı, şân ve şerefi bırakmaktır. Mabeynimizde yalnız bir kardaşlık var. Ben kendimi, onların nazarında bu mesleği muhafaza etmek için, hiçbir vakit böyle hodfuruşâne benlikler ve enaniyetler hayalime gelmedi ve gelmiyor.”[41]

Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu itikatlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdîlik dâvâ etse, bütün şakirtleri kabul edecekler.” Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil  olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat  dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o ehl-i vukuf sustu.[42] Üstad Bediüzzaman Hazretleri dâimâ diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşîr hizmetini görüyorum.” Yani: Kıymet bende değildir, Kur’ân-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risâle-i Nur eczâları, bir müşîriyet-i ma’neviye hizmetini görüyorlar.”[43]

Bu ve benzer ifadelerden anlaşılan odur ki, sırr-ı ihlâs dünyevî ve uhrevî makamatı talep etmemeyi iktiza ediyor. Çünkü ihlâs, hiçbir dünyevî menfâatı hizmetinde niyet etmemektir.  Takviye-i imana muhtaç ehl-i imana ve yolunu şaşırmış zavallıların tehlikeye girmiş imanlarının selâmetine ve tarîk-i haktan uzaklaşmış ehl-i insafın dalalet vâdilerinden kurtulmalarına var kuvvetimizle çalışmalıyız. Gerek dünyevî ve gerek uhrevî makamata hasr-ı nazar edilerek yapılan hizmet şübhesiz bir ücret mukabilidir. Bu ise mukabilinde hiç bir menfaati kabul etmeyen ihlâs hakikatının neticesi olan rıza-yı İlahîyi tahsile muhaliftir.

Onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var!

 Saff-ı evvel Nur Talebeleri güneşin renkleri misüllü Üstadları Bediüzzaman Said Nursi’ye pervane olmuş, maddî ve mânevî her şeylerini feda etmiş insanlardır. Onlar delilsiz ikna olmazlar, muhakkik ve müdakkikdirler. Üstadlarının şahsiyet-i mânevîyesine de böyle muhatap olmuşlar ve ellerindeki kat’i hüccetler ile Bediüzzaman’ın asırlardır muntazır olarak beklenen ahirzamanın büyük bir mürşidi olduğunu tespit etmişlerdir.

Bu kanâatlerini izhar ederken “Elbette onların elinde bir hakîkat ve kat’î bir hüccet var.”[44] dı. Yoksa hayalî ve vehmî bir hissiyat ile bu meseleye yaklaşmadılar. “Kur’ânî ve hadisi olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehi(nihayet bulmuş) olması ve hitabat-ı nebeviyeyi (asm) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle”[45] meseleye yaklaşmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri’ne ahirzamanda beklenen ve muntazır kalınan âl-i beytin mühim bir âlimi olarak bakan ve öyle telakki eden talebeleri, Üstad’larının beklenen müceddid-i ahirzaman olduğuna dair ellerinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet olduğunu Kur’ânî ve hadisi olan işarat-ı riyaziyeye[46] göre beyan etmişlerdir.

Evet, o halis ve ehemmiyetli talebelerin elinde bir hakikat, kat’i bir hüccet ve red edilmez deliller var. Pekâlâ, “Nedir bu deliller?” Bu meselede özellikle ‘Tılsımlar Mecmuası’nın zeyline mürâcaat edilebilir. Demek ki o halis ve ehemmiyetli talebeler sadece hüsn-ü zanla Bediüzzaman’ın mahiyetine ve ahirzamanda beklenen âl-i beytin mühim bir âlimi olduğuna bakmamışlar. Konu ile alakalı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli olan “Maidet-ül Kur’ân ve Hazinetü’l Bürhan” eserinden ilgili yerleri yazımıza alarak devam edelim.

“Nurun mânevî Avukatı” olan Ahmet Feyzi Kul’un “Maidet-ül Kur’ân” namındaki ve cifir ilmine müstenid işaret ve beşaretlerinden, ellerindeki hakikat ve kat’î hüccetlerin bir kısmı şöyledir:

1.Mâidet-ül Kur’ân’da “Hâkimiyet-i kafiranenin yıkılmasına mebde’ 1877 tarihinde doğan son bir Nur-u Hidayetin zuhuru tarihidir.”[47] ifadesi yer alır. Bu tarih Bediüzzaman Hazretleri’nin doğum tarihini gösterir.(Gerçi Bediüzzaman Hazretleri’nin siyadeti ve siyaseti gibi, veladeti de mübhem ve sırr-ı imtihan gereği perdelidir. Veladeti noktasında 1876, 1877 ve 1878 tarihleri kullanılmaktadır. Bu tarih farklılıkları tarih çevirmelerinden kaynaklandığı gibi, sırr-ı imtihan gereği de olabilir. En son belgelere dayalı çalışmalarda 1878 tarihine ulaşılmış olsa da Maidet-ül Kur’ân’da ifade edilen 1877 tarihi de bir hakikati ifade etmektedir.)

2. Nahl Suresi;96.ayet: “Ve le necziyennellezîne saberû ecrehum bi ahseni mâ kânû ya’melûn(ya’melûne)” Meali: Ve sabredenleri, yapmış oldukları amellerin ecirlerini (bedellerini), mutlaka daha güzeli ile mükâfatlandıracağız (karşılığını vereceğiz).[48] Mâidet-ül Kur’ân’da bu ayet ile düşülen tarihler: “1938-1939 Eza-yı kâfiraneye senelerden beri sabreden ehl-i imana sabırlarının mükâfatı 1939’da başlayan büyük harb neticesinde galibiyet-i kâfiranenin erimeğe başlaması mebde teşkil etmekte olup 1969 ve 2019 seneleri arasında şevket-i İslâmiye ve sürur-u mü’mininin azamî hadde vusulünü göstermekte ve beşâret-i uzma vermektedir. “Ellezîne saberû ecrehum” 1938-1368 Ayet-i celilenin derya-yı mânâsında bu iki tarih arasında azamî sabır ve mücahede ile ifa-yı vazife eden Nur Şakirdleri bilhassa maksad edilerek onlara beşâret-i mahsusa verilmektedir.”[49]

3.“Size insanların en cömerdini haber vereyim mi. Ben, Beni Âdemin en cömerdiyim. Benden sonra en cömerdi o kimsedir ki bir ilim öğrenir ve neşreder. O kıyamet günü tek bir ümmet olarak haşrolur. Ondan sonra en cömerdi Allah yolunda Cihad eder de öldürülür.”[50] 1294 nihayetteki zamirin mukadder “vav” ile, tenvinsiz. 1344 (birinci tenvinle) 1394 ikinci tenvinle. “Bu hadîs-i şerif, umumî ve lafzı beyaniyle bütün ulemâ-i İslamiyeyi gösterdiği halde, riyazi veçhesiyle de 1294’de besmele-i hayatına başlayan, 1344’de neşriyat-ı ilmiyesinin en faal devresini yaşayan, 1394’de ise nüfuz-u ilmiyesinin en şâmil devresine ulaşacak olan bir zat-ı harikuladeyi göstermektedir. Ve onun etbaiyle beraber yevm-i kıyamette bir ümmet-i müstakile olarak ba’s buyurulacağını bildirmektedir. “Racülün” 233 kelimesi de bir farkla Türkçe “Kürdî” 234 kelimesinin tam karşılığıdır.”[51]

Mâidet-ül Kur’ân’da bu ve benzeri işaret ve deliller daha da mevcuttur. Merak edenler bu eserin tamamını okuyabilir. Uzun olmaması için biz burada birkaç nokta ile temas etmeye çalıştık.

Mehdî-i Âl-i Resul ve şahs-ı mânevî

“O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tâbir ve tevil lâzım.”[52] Bediüzzaman Hazretleri o has Nurcuların ellerinde bir hakikat ve hüccetin var olduğunu kabul ediyor. Ancak iki cihetten tâbir ve tevil lâzım geldiğini söylüyor. Çünkü zaman âhirzamân ve bu âhirzamân asrının hem şartları, hem de mâhiyeti ve mücâhede metodu farklıdır. Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. İşte buna binâen Bediüzzaman bu vecihleri ve meselenin âdetullah cihetlerini de nazarlara sunmak için iki cihetten îzâhlar yapmaktadır.

“Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemâati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazîfesi olacak:”[53]

Buraya göre sıralama gayet net ve açıktır. Şöyle ki; 1.Mehdî-i Al-i Resul var. 2.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî bir cemâati var. 3.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi var. 4.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var.

Şimdi burada anlaşılmayan bir mesele yoktur. Bediüzzaman “Hayır kardeşim, sizin elinizde bir hakikat ve hüccet falan yok.” diyemez miydi? Hem bu üç vazîfeyi bizden sonra büyük Mehdî gelecek[54] ve hayata tatbik edecek diyemez miydi? Üstad bu cümleleri kurmaktan aciz miydi? Yoksa Bediüzzaman’ın iki cihetle îzah etmek istedikleri sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibhamın bir gereği olmasın? Evet, bizce aynen öyledir. Çünkü ahirzaman hadisatı perdeli ve mübhem olmayı zaruri kılar.

Şimdi biz esâs iltibâs edilen ve anlamakta zorlanılan bir yere temas ederek konuya devam edelim. “Hazret-i Mehdînin, o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez.”[55]

Bizler yukarıda da okuduğumuz gibi gördük ki Bediüzzaman, iman, hayat ve şeriat olan üç vazîfeyi “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsine” verdi. Şimdi bu tespitten sonra tekrar bir şahıs beklemek ve ümmeti Mehdi beklentisine sokmak Risâle-i Nur’a göre uygun düşmüyor. Ancak Bediüzzaman burada bir ayrıntıya temâs ediyor ve Hz. Mehdî’nin bizzat kendisinin bu üç vazîfeyi birden hayata ve dünyaya tatbik etmesine cârî olan âdetullah kânûnları cihetinden muvafık olamayacağını ve O’nun ömrünün de bu vazîfelere kifâyet etmeyeceğini belirtiyor. Başka bir eserinde konuya şöyle bir izah getiriyor: “Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”[56]

Üç vazife olan iman, hayat ve şariatı bir tek şahsın hayata tatbik etmesini beklemek ve bu vazifeleri bir şahsa bırakmak, sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafi olduğu gibi, nev-i beşerde câri olan âdetullaha da muvafık düşmez. O halde “Hazret-i Mehdînin, o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez”in hakikati şöyledir: “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa; tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.”[57] Bu düstur bizi bu meselede kavanin-i âdetullaha uymaya mecbu ediyor. Hem, şeriat-i fıtriye-i kübrâ olan nizam-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha zıt hareket etmemek gerekir. Zaten Mehdînin bütün işleri harika olsa, üç vazifeyi birden hayata tatbik etmesi şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetullaha muhalif düşer. Öyleyse iman, hayat ve şeriat olarak formüle edilen üç vazifeyi Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi yapacaktır ve yapıyor.

Meseleyi kısaca toparlayacak olursak: Mehd-i Âl-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç devresi ve vazifesi bulunmaktadır. Çabuk kıyamet kopmaz, beşer bütün bütün aklını kaybetmez ve yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemâatinin yapacağı ifade ediliyor. Bu hâl ve vaziyet ise hem kavanin-i âdetullaha, hem hal-i âlem ilcaatına, hem de nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık düşer.

Bediüzzaman; îman, hayat ve şeriat olarak sıraladığı bu üç fıtrî vazifeden birincisi ve en önemlisinin îmanları muhafaza etmek ve kurtarmak olduğunu beyan ediyor. Çünkü ahirzamanda fen ve felsefenin tasallutu, maddecilik ve tabiatçılık taununun; yani maddeperest ve tabiatperest fikr-i küfrisinin inkâr-ı ulûhiyet cihetinde yaygınlaşmasıyla îmanlar tehlikeye düşmüştür.

Bu vazife o kadar önemlidir ki, hem dünyayı, hem her şeyi terk etmeyi, hem de çok zaman tetkikatla meşguliyeti mecbur kılıyor. Onun için de bu vazifeyi bütünüyle bizzat Hz. Mehdî’nin tek başına yapmasına ne vakit ve ne de o günkü mukteza-i hâl müsaade etmez. Hz. Mehdî, bu vazifeyi ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım talebeleriyle birlikte yapacaktır. Bediüzzaman, bu talebelerin her ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli olduklarını söyler.

Hz. Mehdî ve uzun tedkikat ile yazılan program

Îman, hayat ve şeriat vazifelerini Hz. Mehdî ve şahs-ı mânevîsinin yapacağı açık. Bu meseleyi geçen haftalardaki yazılarımızda açıkça ifade etmeye çalıştık. Birinci vazife olan îman hizmetini, büyüklüğü ve önemi sebebiyle bütünüyle Hz. Mehdî’nin bizzat kendisinin yapmaya ömrünün de, hâlinin de elvermeyeceği de bir hakikat. O halde birinci, ikinci ve üçüncü vazîfeleri hayata tatbîk ettirecek kimdir? Hz. Mehdî birinci vazifeyi, yani ehl-i îmânı dalâletten muhâfaza etmek vazîfesini bizzat kendisi yapabilir mi? Veya yapabildi mi? Elbette ki yapamadı. Hem adetullah, hem hâl-i âlem, hem de Hz. Mahdi’nin ömrü bu vazifeleri bizzat kendi başına yapmasına müsaade etmez ve etmemiş. Demek ki âhirzamânda o kadar ifsâdât-ı azîme olacak ki, Hz. Mehdî tek bir şahıs olarak bütün vazifeleri yapamayacak. Hatta O, birinci vazîfe ile yaşadığı süre içinde ehl-i îmânı dalaletten muhâfaza vazîfesini de bizzat kendisi göremeyecektir. Hilâfet-i Ahmediye(asm) cihetindeki vazifesi, îmân vazîfesini yapmaya imkân vermediğinden o vazîfeleri O’nun şahs-ı mânevîsi yapacaktır. Öyleyse o şahıs programını yapacak, tatbikatını da şahs-ı mânevîsi deruhte edecektir. Programı yazmak başka, avam-ı ehl-i îmânın îmânlarını kurtarmak dahâ başka, hayat ve şeriat vazifelerini geniş dairede tatbik etmek ise daha başkadır.

Hayat ve şeriat vazifelerini ise Mehd-i Âl-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin riyasetinde seyyidler ve ehl-i îman cemâatlerinin iltihakı ve yardımı ile yapılacağı Emirdağ Lahikası’ndaki mektupta açıkça ifade ediliyor. O zaman, nerde kaldı ki yeni bir mehdî beklenilsin ve ümmet tekrar yeniden bir mehdi beklentisine sürüklensin. Böyle bir beklentiye ehl-i imanı ve ümmeti sokmaya kimsenin hakkı yoktur. Çünkü tekrar yeniden bir mehdi beklentisi Risale-i Nur’dan ümmeti kat-ı alaka ettirmektir. Halbuki Risale-i Nur, kıyamete kadar ümmetin ve beşeriyetin ihtiyaçlarına cevap verecek bir program hükmündedir.

Risale-i Nur metinleri içerisinde mehdî ile şahs-ı mânevîsi iç içe izah edilmiştir. Hz. Mehdî; Mehdî-i Âl-i Resul olarak, ya’nî şahıs olarak gelir. Geldikten sonra uzun tetkikatıyla programını yazar ve hazırlar. Sonra “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatı” oluşur. Dahâ sonra da “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi; ihlâs, sadakad ve tesanüd sıfatlarını üzerinde toplayarak kevser-i Kur’âniye havuzunu meydana getirir.” Bundan sonra da mütedâhil dairelerde “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi kademe kademe, prensipler halinde kalblerde ve gönüllerde ma’kes bulmaya devam eder. Yani Risale-i Nur kalplerin bir sultanı olur. Bu zaman, uzun bir zaman dilimidir. Yani ”Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.”[58]cümlesi ahirzaman faslının müddetinin uzun olduğunu gösterir. Çünkü sırr-ı imtihân gereği, sırran tenevvürât i’câbı bu hakîkatler kemiyetten daha çok keyfiyet hakîkatleri olup, prensipler hâkimiyeti olarak devam eder. Üstadımız da kabrinden bu hâkimiyeti seyreder.

Hassaten Emirdağ Lâhikası’ndaki mektubun önemli noktalarını anlamaya devam edelim. Bu mektupta Mehdî ile şahs-ı mânevî birbirlerinin yerlerine kullanılmış, zaman zaman “şahs-ı mânevî”, zaman zaman da onun “temsilcisi” nazarlara verilmiştir. Konuya bir bütün olarak bakıp cümleleri dikkatle okumadığımızda elbette yanlış mânâlar anlaşılabilir. Şimdi bu cümleleri bu çerçevede açıklayarak anlamaya çalışalım. Böylece sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibhan perdesi biraz daha şeffaflaşsın. Şöyle ki: “…Hz.Mehdî’nin, o vazîfesini(birinci vazife olan îmân hizmetini) bizzat kendisi görmeye vakit ve hâl müsaade etmez. Çünkü, (ikinci vazîfesi olan) hilafet-i Muhammediye(asm) cihetindeki saltanatı, onun ile(iman hizmeti ile) iştigale vakit bırakmıyor.(Birincisine vakti yetmezse ikincisine hiç yetmez. Bu ikinci vazîfeyi şahs-ı mânevîsi yürütecektir.) Herhalde o vazifeyi(iman hizmetini) ondan evvel(ya’nî ikinci vazîfeyi gerçekleştiren şahs-ı mânevîden önce) bir tâife(temsilcisi ve azda olsa ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatlarına sahip bir kısım talebeler) bir cihette görecek(tamamıyla değil, bir cihetle görecek). O zat (yani ikinci ve üçüncü vazîfeleri yürütecek şahs-ı mânevî),o tâifenin(temsilcinin ve azda olsa ihlâs, sadakad ve tesanüd sıfatlarına sahip bir kısım talebelerin) uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak(şahs-ı mânevî Risale-i Nur’u program yapacak), onun ile bu vazîfeyi tam yapmış olacak. Dahâ açık bir ifâdeyle, ”Hz.Mehdî’nin üç vazîfesinden birincisini yapmaya ne vakti ve ne de durumu elvermemektedir. Nerde kaldı ki şeâiri ihyâ olan hilâfet-i Muhammediye(asm) vazîfesini yapmaya vakti ve hâli müsaade etsin. Bu ikinci vazifeden(hilafet-i Muhammediye(asm) vazifesinden) önce program mâhiyetinde bir kısım eserler olmalı. İkinci ve üçüncü devreleri gerçekleştirecek olan şahs-ı mânevî de bu eserleri program yapmalı. Tâ ki bu devrelerde de devam edecek olan îmân hizmeti bütünüyle yapılabilsin. Burada zikri geçen hazır program “Risâle-i Nur”,o programla hareket edecek olan şahıs da şahs-ı mânevîdir.

Netice olarak “Zuhuru perde olmuş zuhura, Gözü olan delil ister mi Nura”[59] diyelim. Artık şahıs beklentisini bırakarak Bediüzzaman Hazretleri ve saff-ı evvel talebelerinin uzun tedkikat ile hazırlayıp tekmil etmiş oldukları programın tatbik etme vazifesine devam edelim.

Hz. Mehdî ve îmân hizmeti

İşârâtü’l-İ’câz’daki tarifiyle îmân, Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur. Öyleyse, îmân, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Dokuzuncu Mektupta ise îmân ve İslâmiyet ile ilgili şu izahlar yapılır: “İslâmiyet iltizamdır; îmân iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır. İman iz’andır. Aynı zamanda îmân, hakkı kabul ve tasdiktir.“[60] İslâm’ın temeli ise, îmâna hizmeti esas maksat yapmaktır. Çünkü îman dünya ve âhiret saadetinin esasıdır ve temel taşıdır.

Îmansızlık ise en büyük felâkettir. Sadece dünyayı cehenneme çevirmekle kalmaz, âhirette de cehennem meyvelerini verir. Böylece “îmânsızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.”[61] Bundan dolayıdır ki îmânsız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir. Bediüzzaman “Hey efendiler! Ben îmânın cereyanındayım. Karşımda îmânsızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”[62] diyerek tarafını ve hizmetini net olarak belirlemiştir.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.)’de Mekke döneminde îmânı asıl yapmış ve ömrü boyunca bu hizmeti esas edinmiş, ümmetinin nazarını ve dikkatlerini bu noktaya çevirmiştir. Eski asırlarda din ve îman birçok yollarla koruma altındaydı. Yani “Eski zamanda, esâsât-ı îmâniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış”[63]tır. Ayrıca ahirzamanın dinsizlik cereyanları âlem-i İslâmiyette Risâlet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan komiteler şeklinde icraatlarını yapmıştır. Bu dinsizlik cereyanları nifak perdesi altında Risâlet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr ederek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışmıştır. Bundan dolayıdır ki “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ îmânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmibeş sene içinde(1900’lü yılların ilk çeyreğinde), tarihte görülmemiş bir halde münâfıkane ve çeşit çeşit maskeler altında îmânın erkânına yapılan sû’-i kasdlar pek dehşetli olmuş, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir. Halbuki: İmanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî îmânı tahkikî îmâna çevirerek îmânı kuvvetlendirmektir, îmânı takviye etmektir, îmânı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade îmânın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.”[64]

İçinde yaşadığımız ahirzaman asrı ise dinin nokta-i istinad kalelerinin yıkıldığı, İslâmî şeâirin tahribe maruz kaldığı, âhirzaman fitnelerinin bir bir huruç ettiği dehşetli hadiselere sahne olduğu bir asırdır. İşte böyle bir zaman diliminde taklidî îmanın istinad kalelerinin sarsıldığı bir dönemde, müslümanlar cemâat halinde yapılmakta olan bunca hücuma ancak tahkikî bir îmanla mukavemet edebilir. Aynen öyle olmuş ve Bediüzzaman Hazretleri uzun bir tedkikat ile telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı’nı bir program olarak tekmil etmiş ve bu asrın insanlarının hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesi için neşretmiştir.

Geçmiş asırlarda hayat-ı içtimâiyede İslâmî bir hassasiyet vardı. İnsanlar ekseriyetle inanır, inanç ve îmânlarının gereğini yerine getirmeye çalışırdı. Ancak asr-ı ahirzamanda ekser insanlar fen ve felsefenin tasallutuyla ya materyalizme, ya da tabiatperestliğe maruz kalmış, hayat-ı dünyeviyede huzur ve mutluluğu yitirmiştir. Elbette böyle bir zamanda îmân hizmetinin ehemmiyeti çok önemlidir. Hatta öylesine önem kazanır ki, onunla meşgûliyet bunun dışında her şeyi, bilhassa câzip görülen siyaseti dahi terk etmeyi gerektirir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra(geçmiş asrın müceddidinden bir asır sonra) gelecek o zat dahi bu zamanda gelse(zaten bu zamanda gelmiş), harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.”[65]demiş. Çünkü “îman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”[66]

Başka bir yerde de Bediüzzaman Hazretleri, îman hizmetinin önemini anlatırken, siyasetle bir karşılaştırmasını yaparak şu ifadeleri kullanıyor: “Madem bu zamanda, her şeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil (geçici ve değişken) siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz.”[67]

Netice-i kelam: “Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde(Mehdi’nin), en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmânı kurtarmak ve îmânı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da îmânını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risâle-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telâkki ediyorlar.”[68]

Hz. Mehdî ahirzamanda dinsizlik cereyanlarının kuvvet bulduğu bir asırda gelmiş ve îmânları fen ve felsefenin tasallutu ile tezellüle uğrayan ehl-i îmânın îmânlarını kurtarma vazifesini asli olarak birinci sıraya almıştır. Uzun tedkikat ile yazılan Risâle-i Nur eserleri ile önce îmânı kurtarma hizmetine başlamış, ancak bu vazifenin dahi tamamını yapmaya ömrü yetmemiştir. Nerde kaldı ki diğer vazifelere ömrü yetsin? Geriye kalan îmân hizmeti ile beraber hayat(Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmek) ve şeriat(şeriat-ı Muhammediyeyi(a.s.m.)tesis etmek) vazifeleri ise Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi yapacaktır.

Hz. Mehdî’nin şeâir-i İslâmiyeyi ihya vazifesi

Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin “İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (asm) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. “[69]

Şeâir-i İslâmiye; İslâmî âdetler, İslâmî işâretler, İslâma ait kàideler, İslâm’ın alametleri ve sembolleridir. Allah’ı anmak, hamd etmek, ezan okumak, İslâmî kıyafetler gibi alametler de Şeâir-i İslamiyedendir. Şeâir- i İslâmiye, İslâm toplumuna ait ortak bir hukuk ve ibadet mânâsını taşır. İslâm beldelerinde, İslâm’ın mührünü gösterir. “Hatta, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i îmâna ihtar ediyorlar.”[70] Buna bağlı olarak “Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeler”[71] de Şeâir-i İslâmiyedendir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Bismillâh” ne kadar kıymettar bir şeâir-i İslâmiyedir.”[72], Ayrıca “Ezan ve namaz gibi ekser şeâir-i İslâmiye”[73], “Ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi şeâir-i İslâmiye”[74], ”Bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri”[75], “Hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiye”[76]yi de Bediüzzaman şeâir olarak tespit eder.” Şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife ve oruçtur.”[77], “Şeâir-i İslâmiye ve kelimat-ı mukaddese “Allahü Ekber’ler”[78]dir. “Ezan ve kàmet gibi şeâir de”[79] şeâir-i İslâmiyeden sayılmıştır. Bunlardan başka “Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umûmiye nev’inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umûm cemâat mes’ul olur.”[80]Bediüzzaman şeâirin hukuk-u umûmiye nev’ine şöyle temas eder: Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umûmiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umûma, umûmiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umûma taallûku cihetiyle, umûm onda hissedardır. Umûmun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umûmun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umûm âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!”[81]

Şimdi hakikat-ı hâl böyle olduğu halde, gele gele asr-ı ahirzamana gelinmiş ve dinsizlik cereyanları olarak faaliyetini sürdüren ahirzaman fitneleri, âlem-i İslâmiyette Risâlet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahrip ve tağyir etmişlerdir. Özellikle “Şeâir-i İslâmiyeye ve siyâset-i İslâmiyeye darbe vuranlar”[82] şenaatle icraat-ı tahribanelerini yapmışlardır. “Filhakika, te’sir-i idlâlkârîsi şeytandan daha eşedd ve müessir bir tağut-u dalaletin icra-yı şenaat ettiği bir devrin insanları olduğumuz”[83] anlaşılmıştır.

Bu “Güruh-u dâllîn! “Sonra gelip, desiselerle, Müslümanları, ecnebîlerin âdâtına davet ve terk-i şeâir‑i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Hâlbuki, her şeâirde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır.”[84]Bu ve benzeri şeâir-i İslâmiyenin tahribi zamanının başlamasından sonra Bediüzzaman Hazretleri bir kısım talebeleriyle birlikte şeâir-i İslâmiyeyi ihya hareketine başlamış ve uzun tedkikat ile yazılar eserleri bir program olarak hazırlamıştır. Sonra “Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hâll ve’l-akd!”diyerek ehl-i hamiyete seslenmiş ve şu târihî tavsiyeleri yapmıştır: “Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizamla olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler…Eğer şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir.” [85]

Evet, Bediüzzaman “Tarih-i Arabî ile bin üç yüz elli birde(1931) şeâir-i İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün kuvvetimle şeâirin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o mânevî hercümerçteki fırtınalar bizi sarsmadı.”[86]der. Ayrıca  “Üstad, Nurların neşriyatından memnun ve müteşekkirdir. Millet ve devletçe İslâmiyet ve saadet yolunda atılan her adımı takdir ve tasviple karşılamakta, Hak yolunda yürüyen, İslâmî şeâiri ihya edenlere duâ etmektedir.”[87] Bunların başında da demokratlar gelmektedir. Demokratlar “ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.”[88]der.

Bediüzzaman “Şeâir-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde…Bilâkis, “Ecel birdir, tagayyür etmez. Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeâir-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve sünnet-i seniyeyi ihyâ eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadetin bir cilvesini yaşatmıştır. Bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzaman’ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilâkis zâlim müstebitler ona mağlûp olmuşlardır.”[89]

Netice-i Kelam: Hz. Mehdî’ninîman, hayat ve şeriatolmak üzere üç önemli vazifesi bulunmaktadır. Bu vazifeler tedrici olarak zamana bağlı olduğu için hepsini birden Hz. Mehdî’nin yapmasına ne zamanı yetmekte, ne de adetullah elvermektedir. Çünkü Mehdî’nin her halinin harika olması beklenemez. Bu, kâinatta cari olan adetullaha ve sırr-ı imtihana aykırı düşer. Öyleyse Hz. Mehdî, îmân hizmetini bizzat kendisi başlatır. Ancak bu vazifeyi tamamıyla deruhte etmesine onun ömrü yetmez. O, hayat ve şeriat vazifelerini şahs-ı mânevîye bırakır. Hz. Mehdî, uzun tedkikat ile yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı’nda ikinci ve üçüncü vazifelerin nasıl yapılacağını şahs-ı mânevîye gösterir. Gerekli tavsiyeleri yapar ve numune kabilinden o vazifelerin nasıl yapılacağını da eserlerinde ifade ederek tatbikatını da gösterir. Özellikle Şeâir-i İslâmiyenin tekrar ihyası ile ilgili numune tatbikatlar ve tavsiyeler yukarıda izah edilmiştir. Şahs-ı mânevî, kendilerine Üstadları tarafından gösterilen şeâir-i İslâmiyenin ihyası vazifesine devam etmektedir.

Hz. Mehdî’nin Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihâd-ı İslâma binâ etme vazifesi

“Mehdî-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların:

1- İmanı kurtarmak.( “Ümmetin beklediği, âhirzamânda gelecek zâtın üç vazîfesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdârı olan îmân-ı tahkîkîyi neşredip ehl-i îmânı dalâletten kurtarmak cihetiyle yapılan bu en ehemmiyetli vazife îmânı kurtarmaktır.”[90] Bu vazifeyi Hz. Mehdî(as) bizzat kendisi başlatır, ancak ömrü tamamını yapmaya yetmez. Adetullah ve hâl-ı âlem ilcaatına muvafık olarak îmân hizmetini tâ kıyamete kadar Mehdî-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsi yapmaya devam eder. )

2- Hilâfet-i Muhammediye (asm) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmek.(O zâtın ikinci vazîfesi, şerîati icrâ ve tatbîk etmektir. Birinci vazîfe, mâddî kuvvetle değil, belki kuvvetli i’tikâd ve ihlâs ve sadâkatle olduğu hâlde, bu ikinci vazîfe, gâyet büyük mâddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzımdır ki, tatbîk edilebilsin.”[91] Yani “Hilâfet-i Muhammediye (asm) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. “[92]Bu vazifeyi ise Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi deruhte eder. )

3- Ve inkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şerîat-ı Muhammediyenin kanunlarının bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bu vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.[93](O zâtın(şahs-ı mânevînin) üçüncü vazîfesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihâd-ı İslâma binâ ederek, Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu üçüncü vazîfe, pek büyük bir saltanat ve kuvvetle ve milyonlar fedâkârlarla tatbîk edilebilir. Birinci vazîfe, o iki vazîfeden üç dört derece daha kıymetdârdır, fakat o ikinci ve üçüncü vazîfeler pek parlak ve çok geniş bir dâirede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünürler.”[94] Bu üçüncü vazife de, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin yanında; bütün ehl-i îmânın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla tamamlanır. Hatta, Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet edilir.)

Risâle-i Nur’da îmân, hayat ve şerîat olarak formüle edilen vazifelerin üçüncüsünü ifade ederken öncelekle şunu ifade etmek gerekir ki, şerîat-ı Muhammediyenin (asm) kanunlarının tekrar tesisi için îmân ve hayat daireleri fıtrî zemininde tedrici olarak tekâmül etmesi lâzım ki bu üçüncü vazife tamamlansın. Çünkü şerîat-ı fıtriye ahkâmı tedrici tekâmül kanununa tabidir. Burada Bediüzzaman’ın şu izahları ile meseleye bakılabilir: “İşte, İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır: Birisi: Şeriat, ona müessistir. Bu ise, hüsn-i hakikî ve hayr-ı mahzdır. İkincisi: Şeriat muaddildir(değiştiren, adaletli hale getiren şeriat); yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel(tadil edilmiş, ıslah edilmiş) ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-i hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek(değiştirmek) iktiza eder. Binaenaleyh, şerîat vâzı-ı esaret değildir; belki, en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, tadil etmiştir.”[95] Bu üçüncü vazife olan “Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihâd-ı İslâma binâ etmek ve şerîat-ı Muhammediye kanunlarının tatbik edilmesi” vazifesine de İslâmiyet’in ikinci kısım ahkâmının tatbiki olan muaddil şerîat cihetiyle bakmak gerekir.

Şerîat-ı Muhammediye (asm) kanunlarının icrasının ön şartları îmân ve hayat daireleridir. Özellikle îmân dairesi bu meselenin lokomotifi durumundadır. Öyleyse bu üç vazife (îmân-hayat-şerîat) Risâle-i Nur’da münderiçtir. Uygulanması zamana tabidir. Risâle-i Nur fani şahıslara bağlanılmaz. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalâletin şerrinden ancak şerîat-ı Muhammediye ile âmil ve sünnet-i Ahmediye ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu bilinmelidir.

Hz. Mehdî’nin bir şahs-ı mânevîsi vardır. İkinci ve üçüncü vazifelerin takipçisi ve icracısı Mehdî-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsidir. Risâle-i Nur bunu açıkça tasrih eder. “Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat(Mehdî-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsi), Risâle-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek” ifadesi de, Üstad’tan sonra gelen, hayat ve şerîat dairesini temsil edecek şahıslar, şahs-ı mânevîyi oluşturacak ve o şahs-ı mânevi de Risâle-i Nur programını rehber edinecektir. Zaten olan da bundan başkası değildir. Ancak üçüncü vazifeye yardımcı olacak olanlar vardır. Bunları şöyle tasnif edebiliriz: Bütün ehl-i îmânın mânevî yardımları olacak. Özellikle bu yardımın mânevî olması şayan-ı dikkattir. Maddî bir yardım beklenmiyor. Bu mânevî yardım ile beraber İttihad-ı İslâmın muaveneti sağlanacak. Bu muavenetle birlikte bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihakları söz konusudur. Ayrıca, Îsevî rûhânîlerle ittifâk da gerekecek. Sırr-ı imtihan gereği perdeli ve çok da aşikâr gibi gözükmeyen bu hadiseler, Risâle-i Nur’un verdiği haberlerle tenakuza düşmez. Biz Bediüzzaman’ın verdiği bu haberlerin nefsülemirde aynen böyle olduğunu düşünüyoruz.  Hakikat-i hâle bakıldığında ise zahiren bu vazife cari olan hâl-i âlem ilcaatına uygun düşmüyor gibi görünüyor olabilir. Ancak “Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şerîatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îmân versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”[96] Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmış.[97] olduğu da unutulmamalıdır.

Netice-i kelâm: “Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risâle-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şerîat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor. Risâle-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, inşâallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve a’mâl-i sâlihaya medar olur.”[98] Çünkü “Risâlei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir.”[99] Ve “O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şerîat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (asm).”[100]

Seyyidler cemâati

Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üçüncü vazifesi: “İnkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şerîat-ı Muhammediye’nin kanunlarının bir derece tatile uğramasıyla, o zat[101], Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihâd-ı İslâma binâ ederek, Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet eder. “O vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemâati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.”[102] Ayrıca üçüncü vazife yapılırken “O zât(şahs-ı mânevî), bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.”[103]ifadeleri ile seyyidler cemâatinin iltihakı söz konusudur. “Bu üçüncü vazîfe, pek büyük bir saltanat ve kuvvetle ve milyonlar fedâkârlarla tatbîk edilebilir.”[104]

“Bediüzzaman Hazretleri, zaman cemâat zamanı olması ve şahs-ı mânevî hükmedeceği için; Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine ve cemâatine ve Seyyidler Cemâatine tatbik ederek Mehdiyyet hareketinin hakîkî mânâsını izah etmiştir. Azamî tevazu içinde şahsına tevcih edilen mânevî makamları, iman hizmetinin ehemmiyeti ve nur mesleğindeki hakiki ihlâs gereği olarak, şahsı için kabul etmemiştir.”[105]

Risale-i Nur’da Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli için şu açıklamalar yapılır: “Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakîkatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemâat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet‑i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.”[106]

O seyyidler cemâati Hz. İbrahim(as’)in soyundan gelenler gibi bir vaziyet almıştır. Bütün hayırlı işlerin başında seyyidler cemâatini görüyoruz. Bütün zaman ve asırların önemli hadiselerine o nurânî zatlar kumandanlık etmişlerdir. Tarih-i âlem buna şahittir. Seyyidler cemâatiöyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların toplamı muazzam bir ordu teşkil edebilir. Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. 

Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında seyyidler cemâati vardır. Ehl-i kemalin namdar reisleri yine seyyidler cemâatindendir. Şimdi de seyyidler cemâati, kemiyeten milyonları geçen bir müberek nesildir. Uyanmış, kalbleri imanlı, yürekleri peygamber sevgisi ile dolu, cihan-değer şerefli intisaplarıyla başları dimdiktir! Böyle büyük bir cemâatin içindeki mukaddes kuvveti silkeleyip uyandıracak azîm hadiseler de vücuda gelebilir. Elbette o büyük kuvvet içindeki yüksek hamiyet feveran edecek ve Mehdî-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsi başına geçip, ümmeti yeniden hak yola iletecektir. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız diyor Bediüzzaman. Seyyidler cemâati öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil etme istidadındadır. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar,  İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdî’nin en has ordusudur. Gerçekten de onlar şahs-ı mânevî derecesinde organize olsalar yeryüzünde onlar karşısında durabilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

Bediüzzaman’ındediği gibi seyyidler cemâati fıtreten kahramandırlar, İslâm dâvâsının sadık bendesidirler ve arkasındadırlar. Zira onlarda İslam damarı mânevî olmakla birlikte kan beraberliği hükmüne de geçmiştir. Dolayısıyla İslâmiyete sadece mânevî rabıtalarla değil, aynı zamanda kan bağı ve maddî rabıtalarla da bağlıdırlar. Ayrıca şu da bir hakikattir ki Bediüzzaman’ın saff-ı evvel talebelerinin çoğu seyyiddirler. Hulusi ağabeyden, Sabri ağabeye; Zübeyir ağabeyden, Çalışkanlar hanedanına kadar çok talebelerinin seyyid olduğunu Bediüzzaman bizzat kendisi ifade etmektedir. “Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî nur Şakirtlerine şamil olmasından”[107] Risale-i Nur talebeleri de mânevî âl-i beytten sayılarak seyidler cemaatine dâhildir.

Netice-i kelâm: Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üçüncü vazifesi: “Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (asm) cemâat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdî’de ve cemâatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtima edebilir…”[108]  Bu cümleden anlaşılıyor ki; hem Hz. Mehdi’nin, hem de cemâatinin büyük ekseriyetinin seyyid olacağı anlaşılıyor. Yani çoğunluğu seyyid olan bu insanlar Mehdi’nin ortaya koyacağı hizmet prensipleri etrafında toplanarak vazifelerini deruhte edecekleri anlaşılıyor. Hakiki seyyidliğin; sünnet-i seniyyeyi yaşamak olduğu hakikatinden hareketle; Hazreti Mehdi ve cemâatinin, sünneti, gerçek mânâda temsil ederek hizmet edecekleri ve muvaffakiyetlerinin en büyük kuvveti sünnet olacağı nazarlardan kaçırılmamalıdır.

Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nurâniyesi

Hazret-i Mehdî’nin üç vazifesi vardır. Bediüzzaman “O vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemâati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.”[109]der.

Risale-i Nur’dan iktibas ettiğimiz yerde ve Mektubat’ta “Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi”nden bahis vardır. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri defaatle cemiyetçilik iddialarını ve isnadlarını hem eserlerinde, hem de mahkemelerde kabul etmez. “Meselemiz îmândır. Îmân uhuvvetiyle bu memlekette ve Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamlarıyla uhuvvetimiz var. Hâlbuki cemiyet ise, ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet olmaz.”[110]der. Böylece “Sen siyasî bir cem’iyet kurmuşsun. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun. Siyasî bir gaye peşindesin.”[111]şeklinde isnatlara “Benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrun olduğu için pervasız olacaktır. Bunları tetkik ile altında cürüm aramak, insafsızlıktan başka bir şey değildir…”[112] der ve “Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum: “Böyle bir cemiyet-i siyâsiyenin bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi emareler var ve para ile teşkilât yaptığımıza hangi delil, hangi hüccet bulmuşlar ki, bu kadar musırrâne soruyorlar?”diye cevap verir. Bediüzzaman Hazretleri siyâsî ve dünyevî bir cemiyet ithamını ve isnadını kesin bir dille reddeder. Yine böyle bir iddiaya şöyle cevap verir: “Reis beyefendi, Kararnamede üç madde esas tutulmuş: Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirdlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanları aynıyla işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: “Bir cemiyet-i siyâsiye veya cemiyet-i nakşiye teşkil edeceğiz.” Daima dediğim budur: “Biz, îmânımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i îmân dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemâat-i İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur’ân’da hizbullah namı verilen ve umum ehl-i îmânın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur’ân’a hizmetimiz için hizbü’l-Kur’ân, hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mânâ muradsa, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!”[113]

Bediüzzaman Hazretleri açık ve net olarak “Evet, biz bir cemâatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.”[114] diye asıl gayesini izah eder. Bediüzzaman’ın bütün gayesi vatan, millet ve din namına mükellef olduğu büyük vazifeleri deruhte etmektir. O vazifeler “siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âleminde”[115] olmak üzere hayatın bütün alanları ile alâkâlıdır.

Şimdi, hakikat-i hâl böyle olduğu halde Bediüzzaman’ın “Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi”ifadesinden kasdı nedir? Dünyevî ve siyâsî cemiyetçilik iddialarını bu kadar kesin delillerle reddeden Bediüzzamân Hazretleri elbetteki başka bir hakikati ders vermektedir. Bu meseleyi daha iyi idrak edebilmek için yine Risale-i Nur’un müteferrik yerlerine bakalım. “Evet, müteaddit eşya bir cemâat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek‑i müekkeli olacaktır.”[116] Görüldüğü üzere “müteaddit eşya bir cemâat” şeklinde ifade edilmiş. Aynı zamanda bu cemâatin bir şahs-ı mânevîsi vücuda gelir. O şahs-ı mânevî bütün eşyayı temsil eder. Eğer bu müteaddit eşya içinde; yani ekser içinde ekal vaziyette olan bir kısım eşya imtizaç edip ittihad şeklini alsa o ekalliyet vaziyetini alan eşya cemiyet olarak tesmiye edilir. Çünkü “cemiyet, ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır.” Böylece o ekser içinde imtizaç ve ittihad eden cemiyetin, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i fıtriyesi olacaktır.

Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde de buna benzer bir mevzu vardır. Mesela.“Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes’ul olur.”[117] Cemâat-i İslâmiye umum Müslümanları temsil eder. Ancak şeâire taalluk eden ibadetler hukuk-u umumiye nev’inden olduğu için ekser Müslümanlar içinden bir kısım Müslümanın o vazifeyi deruhte etmesi yeterlidir. O ekser içinde ekalliyette kalan Müslümanların şeâire taalluk eden ibadeti yapmaları cemiyete ait bir ubudiyet olarak tarif edilmiş.

Bediüzzaman; dünyevî, arzî ve siyâsî olarak teşekkül edildiği vehmine kapılarak kendisine isnad edilen cemiyet-i dünyeviye ve siyâsîye teşkilatlarını kesinlikle kabul etmiyor ve hem eserlerinde, hem de müdde-i umumilerin mahkemelerdeki iddialarına net cevaplar vererek hizmetinin böyle olmadığını onlara ispat ediyor. Ancak kendi hizmet-i imaniyesine yardımcı olacak olan ve başta sayıları az; fakat ihlâs, sadakat ve tasanüd sıfatlarına sahip bir kısım talebelerinin sırf rıza-i ilahi ve uhrevi olan hizmetlerini ifade etmek için ekser içinde ekal olarak onları tarif etmek adına “Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi” ifadesini kullanıyor. Böylece bir hakikati daha isabetli ve kasdi olarak kullanmış oluyor. Bediüzzaman’ın “cemiyet-i nuraniye” ifadesinin dünyevî “cemiyet-i siyasiye” teşekkülü iddiası ile alakası yoktur. Tamamen mânevî, nurânî ve uhrevî bir hizmeti ifade etmek için kullanılmıştır.

Elhasıl: Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi[118], ahirzamanda huruç eden, aldatmakla iş gören bir komitenin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek. Yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahribe çalışan bu komite, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mu’cizekâr mânevî kılıcıyla; yani Risale-i Nur burhanlarıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Başka bir deyişle inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecektir. Hz. Mehdi’nin elbette geniş daireyi temsil eden bir cemâati olacak, o cemaati temsil eden bir şahs-ı mânevîsi de olacaktır. O cemâat içinde ekalliyette bulunan bir cemiyet imtizaç edip ittihad şeklini alıp onu temsil edecek olan bir şahs-ı mânevî ve bir nevi ruh-u mânevî meydana gelecektir. İşte o şahs-ı mânevî Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesinin ruh-u mânevîsini temsil ederek bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla, hatta Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet ederek o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışacaktır. Şu hakikat de asla unutulmamalıdır: ”Cemiyetteki tesanüt, durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir vasıtadır. Cemâatteki karşılıklı haset ise, harekette olanları durdurmaya yarayan bir vasıtadır.”[119] Vesselam!

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Sözler,2013,s.551

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybî,2013,s.19

[3]El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, Beklenen Hz. Mehdi’nin Alametleri, s. 40

[4]Age, s. 40

[5] Age, s. 41

[6]Barla Lahikası,2013,s.239

[7] Mektubat,2013,s.628

[8] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.228

[9] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.668

[10] Barla Lahikası,2013,s.242

[11] Barla Lahikası,2013,s.243

[12]Barla Lahikası,2013,s.239

[13] Şualar,2013,s.274

[14] Şualar,2013,s.275

[15] Mesnevi-i Nuriye, s.333                   

[16]İttihad-ı İslâm partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.(Emirdağ Lahikası-II, s.746)

[17] Son Şahitler, Cilt:3, s.238

[18] Eski Said Dönemi Eserleri, s.345

[19] Eski Said Dönemi Eserleri, s.498

[20] Müceddid-i ahirzaman selef uleması ve ihbar-ı gaybiler ile son müceddid ve Mehdi-i Azam(ra) olarak bilinir.

[21] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.20

[22] Hazinetü’l Bürhan’dan iktibasen ve istifaden…

[23] Kastamonu Lahikası, s. 201

[24] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.82

[25] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.323

[26] Sözler, s.237

[27] Kastamonu Lahikası, s.219

[28] Sözler, s.238

[29] Emirdağ Lâhikası-l, s. 266

[30] Emirdağ Lâhikası, s.455,56

[31] Barla Lahikası, s.239

[32] Şualar, s.889

[33] Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları A. Badıllı

[34] Mufassal Tarihçe-i Hayat, s.36

[35] Son Şahitler cilt: 4, s. 62

[36] Mufassal Tarihçe-i Hayat, s.1715

[37] Maidet-ül Kur’ân, s.7, İttihad Yayınları

[38] Emirdağ Lâhikası, s.455,56

[39] Mektubat, s.29

[40] Emirdağ Lâhikası-I, s.419

[41] Müdafaalar > Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944] >Müdafaalar, Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944]

[42] Emirdağ Lâhikası, s.458

[43] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.30

[44] Emirdağ Lâhikası, s.455,56

[45] Şualar, s.1046

[46] Arabcada her bir harfin bir sayıya karşılık geldiği matematiksel bir hesap sistemi ile yapılan işaretler, tarih düşürmeler.

[47] Mâidet-ül Kur’ân, s.21,İttihad Yayınları

[48] Nahl Suresi:16/96

[49] Mâidet-ül Kur’ân, s.22,İttihad Yayınları

[50] [50] Mâidet-ül Kur’ân,Hadis-i Şerif Meali, s.28

[51] Mâidet-ül Kur’ân, s.28,İttihad Yayınları

[52] Emirdağ Lâhikası, s.455,56

[53] Emirdağ Lâhikası, s.455,56

[54] Bediüzzaman Risale-i Nur’un hiçbir yerinde bizden veya benden sora bir zat gelecek demiyor. Sonra gelecek O zat ifadesini kullanıyor ki; bu ifade asırlardır selef ulemasının ve ümmetin sonra geleceği beklenen veya asırlardır muntazır kalınan O zat(Hz. Mehdi) için kullanılmıştır. Burada da sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham yine devrede görülüyor.

[55] Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56

[56] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.82

[57] Eski Said Dönemi Eserleri, s.56

[58] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.279

[59] Mâidet-ül Kur’an, s.

[60] Mektubat, s.58

[61] Mektubat, s.104

[62] Mektubat, s.118

[63] Mektubat, s.640

[64] Sözler, s.1217

[65] Kastamonu Lahikası, s.115

[66] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.82

[67] Kastamonu Lahikası, s.113

[68] Emirdağ Lahikası-I, s.456

[69] Emirdağ Lâhikası, s.456

[70] Mektubat, s.734

[71] Mektubat, s.734

[72] Fihrist Risalesi,2011 Envar Basım, s.5

[73] Şualar, s.177

[74] Müdafaalar > Emirdağ Hayatı [Afyon Hapsinden Sonra] >Müdafaalar, Emirdağ Hayatı [Afyon Hapsinden Sonra]

[75] Müdafaalar, Emirdağ Hayatı [Isparta Mahkemesinden Sonra]

[76] Sözler, s.783

[77] Mektubat, s.675

[78] Müdafaalar, Afyon Mahkemesi [1948 – 1949]

[79] Şualar, s.921

[80] Lem’alar, 181

[81] Mektubat, s.673

[82] Emirdağ Lahikası-I, s.358

[83] Maidet-ül Kur’ân,2006, İttihad Yayınları, s.26

[84] Nurun İlk Kapısı, 2000 Basım, s.26

[85] Mesnevi-i Nuriye, s.163

[86] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.267

[87] Tarihçe-i Hayat, s.1041

[88] Emirdağ Lahikası-II, s.528

[89] Tarihçe-i Hayat, s.1064

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.18

[91] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.19

[92] Emirdağ Lâhikası, s.456

[93] Müdafaalar, Afyon Mahkemesi Kararnamesi

[94] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.19

[95] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Münâzarât), s.287

[96] Lem’alar, s.270

[97] Lem’alar, s.268

[98] Kastamonu Lahikası, s.206

[99] Emirdağ Lahikası-I, s.187

[100] Lem’alar, s.209

[101] Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevî

[102] Emirdağ Lahikası-I, s.456

[103] Emirdağ Lahikası-I, s.456

[104] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.19

[105] Maidet-ül Kur’ân, İttihad Yayınları,2006, s.7

[106] Mektubat, s.747

[107] Emirdağ Lahikası-I, s.458

[108] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.323

[109] Emirdağ Lahikası-I, s.456

[110] Tarihçe-i Hayat, s.353

[111] Şualar, s.784

[112] Şualar, s.784

[113] Şualar, s.460

[114] Şualar, s.583

[115] Şualar, s.932

[116] Sözler, s.269

[117] Lem’alar, s.181

[118] Bir kısım Nurcular olduğunda şüphe yoktur.

[119] Mektubat(Hakikat Çekirdekleri), s.804

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir